Ermeni-Türk platformu

Türkiye, Ermenistan ve diasporadan görüşler
Tüm yazılar Türkçe, Ermenice, İngilizce ve Fransızca dillerinde

 

Türk milliyetçiliği ve tarihin icadı- 2. Bölüm

 
 
 

Başka bir bakış


Türk milliyetçiliği ve tarihin icadı
2. Bölüm

Etienne Copeaux

 

 
Etienne Copeaux

Türkiye uzmanı, jeopolitik alanında doktora

“Tarihin icadı” başlıklı bu metin, yazımını 1994 yılında tamamladıktan sonra yayınlanan ve aynı yıl sunumunu yaptığım doktora tezimin bir özeti olarak hazırlandı. Çalışmalarımın sonucunu, Autrement yayınları aracılığıyla büyük bir kitleyle ilk kez paylaşmayı deniyordum. Hiçbir geri dönüş ya da ilgi gösteren olmadı. Türk milliyetçilerin “tarih tezi” o kadar aşırıydı ki belki de benim abarttığımı düşünmüşlerdi. Bazıları da hiç ilgi çekmeyecek bir konuya ilgi gösteriyor olmama şaşırıyorlardı. Yirmili ve otuzlu yıllarda Mustafa Kemal tarafından gerçekleştirilen reformlar arasındaki bu reform genellikle tarihçiler tarafından unutulan bir reformdu.

Bu “tarih icadı” Kemalizm tarihinin ek maddesi değil. Ermeni soykırımının ve 1923 yılındaki “büyük mübadelenin” ardından on bir yıllık savaş ve şiddet sonucu yorgun düşmüş,  harap olmuş  Anadolu halkı tam anlamıyla yönünü kaybetmişti. İmparatorluktan cumhuriyete geçişte sıklıkla toprak kayıplarından söz edilse de aslında daha fazlası var: Anadolu’nun neredeyse her sakini evini, tarlalarını, bahçesini, sevdiği mekanını kaybetmişti; düşman gibi tanıtılan öldürülen ya da sürülen Ermeni, Rum komşusunu, dostunu, sokak köşesindeki zanaatkar ya da tüccarını kaybetmişti. Ve sonradan, o Ötekinin aslında kendisinin bir parçası olduğunu ve onun kaybının bir ampütasyon gibi hissedildiğini anladıysa da artık çok geçti.

Bu kaybı telafi etmek gerekecekti. Kemalistler, ilk milliyetçilerin detaylandırdıkları, mevcut bir tarihi anlatıyı kullandılar, bu hikaye bütün bu olaylara bir anlam kazandırıp, Anadolululara bir yön veriyordu. Bunu yaparken de yekpare ve köklü bir Türk kimliğini sabitlemeyi hedefleyen ve bir gelecek tasarlayarak değil de yeni bir geçmiş yaratıyordu. Güven veren bir hikaye.

Ancak 1994 yılında çok imalı olduğum bir nokta vardı, soykırım konusu. Bu konuyu hiçbir şekilde benim kişisel görüşüm olarak ifade etmedim: “Ermeni konusu bildiğimiz barbarlıkla halledilmişti”. O zamanlar Türk tarihi yazımını altmış yıldan fazla bir süredeki gelişimini bütünü içerisinde inceliyordum ve o zaman henüz ifade etmemiş olduğum ama artık elzem görüneni anlamıştım: bu hikaye tamamıyla soykırımın varoluşu ile koşullandırılmıştı –ve koşullandırılmaya devam ediyor. Hatta daha da geniş şekilde ifade edecek olursak, XX. Yüzyılın tüm Türk yaşamı bu ilk suç ve onun inkarı ile koşullandırıldı diyebiliriz.

Peki, bu metinde sunduğum hikaye, suçlular tarafından ağır suçlarını örtmek için hazırlanmış bahane-hikaye değilse nedir? Ermenileri sonra da Ortodoksları Anadolu topraklarından sildikten sonra Devlet, onların tarihlerini silerek her şeyi örtecek bir hikaye dayatıyordu. XX: Yüzyılın ilk yarısında meydana gelen Anadolu’daki bu “etnik temizlik” siyaseti bu hikayede ve ağır suçun varlığını kanıtlıyor. Nasıl bir psikanalist hastasını anlamak ve iyileştirmek için onun anlattığı hikayeyi dikkate alıyorsa, psikanalizin sunduğu öğeleri kullanarak daha sonra Atatürk kültünün oluşturulmasına katkı sağlayan söylenmeyeni, inkarı, Ötekinin reddini, ego oluşturulmasını ve tabii suçluluk duygusunu, rahatsızlığı ve yıkıcı kaygıyı anlayabiliriz.

 

Tarihte bir darbe

Neolitik dönem göçlerini kanıtlayabilmek için Kemalistler o dönemin en önemli paradigması olan ırk kavramını kullanacaklardı. Sonuçlarını hepimizin çok iyi bildiği, o dönem çok moda olan ırk antropolojisi Türk aydınların çokça ilgisini çekmektedir.  Türk Derneği (1908), ardından  amacı İslam’ın en ilerlemiş halkı olan Türklerin milli eğitimlerini, sosyal ve bilimsel seviyelerini ilerletmek ve Türk ırıkının ve dilinin iyileştirilmesi için çalışmak olan Türk Ocakları (1912) bu “Türkçü” fikirlerin yayılmasını sağlarlar. Bunlar Reşit Saffet’in (Atabinen) kaleminden Fransızca olarak okunabilir (Türk Ocakları). Cahun’un fikirlerini çağrıştıran bu fikirler Türk etnik bilincine odaklıdır: köklere ait kibir, ırk kibri, kimlik kaybından dolayı dil kusursuzluğu. Hareketin kuramcısı Ziya Gökalp 1924 yılında hayatını kaybeder, ancak Türk ocaklarındakiler savaş ve imparatorluğun çökmesinden sonra Kemalist döneme kadar bu fikirlerin devamlılığını sağlarlar. 1930 yılında hepsi kırk ila altmış yaş arasındadır ve nöbeti 1900’lü yıllarda doğmuş genç Kemalist nesil alır. Genç bir tarihçi, Afet İnan (1908-1985) çok önemli bir rol oynayacaktır: Atatürk’ün manevi kızı İnan, özgür aydın kadın prototipidir ve yeni Türkiye’nin somut örneğidir.

1930 yılında, Atatürk’ün tarih alanındaki sözcüsü olarak kabul edebileceğimiz Afet İnan, Türk Ocakları Tarihi Araştırma Komitesi’ni kurma izni alır. Türkiye Cumhuriyeti tarafından yakından takip edilmekte olan komitede, başta -1932 yılında tarih kongresine başkanlık yapacak olan “Ruslar” - Yusuf Akçura ve Sadri Maksudi (Arsal) olmak üzere Kemalist aydınlar yer alıyordu. Bu ekip rekor sayılacak kısa bir sürede pek de sıradan olmayan tarih tezlerinin yer aldığı 600 sayfalık bir eser kaleme alır, Türk tarihinin ana hatları.

Bu fikirler zaten Kemalist aydınlar tarafından paylaşılmaktaydı; asıl görev nüfusun daha geniş kitlelerine benimsetmekti: Bunun için eğitime eğilmek gerekiyordu. Ana Hatların bir kısmı eğitmenlere verilmek üzere ince bir broşür olarak hazırlanır. Bu bilgilerin okunması küçük bir şok yaratmış olmalı zira Türk geçmişinde ilk kez hiçbir şekilde İslam’dan bahis geçmiyordu... Bu broşürde 1873 yılında Léon Cahun’un Avrupa’da önce Turani dillerin var olduğuna yönelik konferansta söylediklerinin tercümesi de yer alıyordu.

1931 yılının Nisan ayında tarihin kontrolü için bir adım daha atılır: Kemalizm dışında ve Kemalizm’den önce oluşan Türk Ocakları kapatılır ve yerine Kemalist bir yapı olarak daha kolay manipüle edilebilen Türk Tarih Tetkik Cemiyeti açılır. Bu cemiyetin ilk görevi, yine büyük bir acele içerisinde, Temmuz 1931’de Atatürk’e sunulan ve kendisinin bizzat bazı bölümlerde değişiklikler yaptığı, liseler için hazırlanmış dört ciltlik tarih kitabının kaleme alınmasıdır. Bu eser 1931 sonbaharında hizmete sunulur.

Bu ciltler ilk Türk Tarih Kongresi’nin gerçekleştirilmesinden yaklaşık bir sene önce (Temmuz 1932) yayınlanır. Katılımcılar bir oldubitti ile karşı karşıyadır: “Tarih’te darbe” tamamlanmıştır.

1931-1934 arasında Türklerin açısından dünya tarihi

Uzun yıllar kullanımda olan bu Kemalist kitaplar bu fikirleri, 1931 ile 1945 arasında on beş ila yirmi yaş aralığında olan ve altmışlı ve seksenli yılların Türk aydınlarını oluşturacak nesle aktaracaktı. Okul ve üniversite eğitiminin kişiliğin oluşmasında önemli bir rol oynadığı dikkate alındığında bugünün Türkiye’sinin hakim tarihi ve siyasi kültürünün kilit noktalarından birinden söz ediyoruz.

Bu kitaplar radikal bir kesimi temsil ediyor: tarih öncesi ve eski tarih ile ilgili olan ve Ana Hatlar ile neredeyse aynı olan bölümler özellikle seçilmiş; Türklerin İslam tarihinde rolü güçlendirilmiş, tıpkı söylemin epey laikleştirilmiş olması gibi. Hepsi, genelde, eski Türk kültürünü göklere çıkarmak ve daha usta bir yaklaşımla Kemalizmi  gerçek Türk medeniyetinin doğal varisi olarak göstermek üzere yapılır. Söylemleri yukarıda belirtilen, incelenen tüm etkilerin bir sonucudur. Türk kişiliği üzerinde, daha önce Cahun, Gökalp, Atabinen’in yaptığı gibi özellikle durulur:

“Tarihin en büyük akımlarının yaratıcısı Türk ırkı, kişiliğini en fazla muhafaza etmiş ırktır (...). Türk ırkı başka ülkelerde ya da sınırlarında yayılmıtırş ve komşu ırklarla karışmıştır. Ancak, (...) Türk ırkı özelliklerini kaybetmemiştir. Tarih öncesi dönemde ve tarihte, bu büyük ırkın çocukları toplumlar, medeniyetler, devletler kurdular, ortak dil ve kültür ile birliklerini başarıyla muhafaza ettiler.”13

Bu metin, ırk  kelimesi artık kullanılmadığından hariç tutularak, 1980 yılı okul kitaplarında pekala yazılı olabilirdi. Türklük özelliklerinin yüzyıllar içerisinde muhafaza edilmesi konusu on yıllarca devam eder. Okul dünyası dışında da, siyasi söylemde, milliyetçi basında ve hatta camilerde de bu konuya rastlanılır.

İkinci dikkat çeken tema, Orta Asya kökleri ve göçleri; tarih tezlerine yer veren bölüm Atatürk ile beraber dünya haritasına bakan iki kişi ve bir çocuğun yer aldığı bir fotoğrafla başlar; gözler Orta Asya’ya dönüktür: Türk Anayurdu. Takip eden sayfalarda Orta Asya’daki denizin varlığı, tarih öncesi parlak bir Türk medeniyetinin oluşu ve tüm dünyayı medeniyete kavuşturacak göçler tartışmasız tarihi gerçekler olarak kabul edilir.  Tam sayfa harita, merkezinde Türk Anayurdu’nun yer aldığı Orta Asya kıtasını temsil eder, haritada Türklerin Çin, Hindistan, Yakın Doğu, Mısır ve İrlanda’ya kadar Avrupa’ya giden göçleri gösteren bir dizi karışık ok ağı yer alır. Kökeni Cahun’a dayanan bu harita gelecek nesillerde de hala önemlidir.

Eski medeniyetlerle ilgili bölümlerde çok tekrar vardır: yerli halkların (Çinliler, Hintliler, Mısırlılar, Avrupalılar...) geri kalmışlığı ve sefillikleri; Medeni teknikleri ile (sulama, tarım, hayvanların evcilleştirilmesi, şehir yaşamı) Türk göçmenleri ve ileri kültürleri (örgütlü devlet sistemi fikri, yazı, edebiyat...) anlatılır. Türk mayası sayesinde yerli halklar medeniyete girerler.

“Türkler Mezopotamya’ya geldiklerinde (nehir) kıyıları bataklıktı; (...) küçük kanallarla sulamayı geliştirerek parlak medeniyeti kuran onlardı. Bu teknikleri Anayurtlarından getirmişlerdi.” (...)

“Mısır’a gelen Türkler o zamana kadar boş olan Nil deltasını doldurdular. Nil kenarında yaşayan yerli halk neredeyse Taş Devri döneminde gibiydi. Türklerin gelişiyle Mısır’daki yaşam Demir Çağı’ndan bir anda medeniyete geçer.” (...)

“Girit ve Truva’daki kalıntıların ve Hazar doğusundaki Türk halklarının kalıntıları arasındaki benzerlik Ege medeniyetini kuran kaynakları tanıtmaya yeter.” (...)

“(Türkler) Avrupalılara tarımı, vahşi hayvanları evcilleştirmeyi, çömlekçiliği öğrettiler. Düşünce, sanat, bilgi alanlarında Avrupalılardan çok üstün olan istilacılar onları mağara döneminden çıkarıp medeniyet yoluna soktular.”

Bu tarihi söylemin amacı sadece Türklere gururlarını iade etmek değil aynı zamanda Kemalist rejimi meşrulaştırmaktır. Kemalist devrim XIX. Yüzyıl Avrupalı pozitivist fikirlerden esinleniyor olsa da, Türk dehasının bir ifadesi olarak sunmak gerekiyordu. Bu söylem içerisinde laiklik, cinsiyet eşitliği, cumhuriyetçi parlamenter sistem köklerini Hitit ve Orta Asya medeniyetlerinde bulmalıdırlar. Bu halklar, mevcut Türklerin erdemlerinin yinelenen muhakemesi ile bezenmiştir ve sosyal örgütlenmeleri idealize edilmiştir. Bu özellikle kadının durumu için geçerlidir: Hititler ile ilgili söylemde, kadın erkek ile eşit olmalıdır. Zira 1934 yılında cinsiyet eşitliği eski bir Türk geleneğine geri dönüş olarak sunulmalıdır:

“Hitit halkı (...) Türk halkıdır. Hititlilerin, Sümerliler ve Elam halkı gibi dili Türkçedir ve brakisefaldirler.” (...)

“Erkekler ve kadınlar eşittirler. Kadınlar hükümetin meselelerine erişir, erkekler gibi savaşa giderler (...) Hititlerden bize kalan eserler arasında kadın komutan heykeli vardır.”

Tüm bu abartılar başta kalitesizlikleri nedeniyle zararsız gibi duruyorlardı. Öte yandan bu söylemin, okul dışında benzer yoğun bir propagandaya maruz kalan uysal genç akıllara yönelik olduğu da unutulmamalı. Aşağıdaki örnekler Atatürk’ün istediği milli gururun ölçüsünden örnekler veriyor. Tarihin bu ilginç yorumu daha sonra terk edildiyse de, halen mevcut olan bazı eserlerde önemli izleri bulunmaktadır: En görünür olanı halen kullanımda olan bazı kitaplarda (ders kitabı ve tarih atlası) Türklerin tarih öncesi göçleri haritasıdır.

Antropoloji, dilbilimi ve Kemalizm

1931 yılından itibaren hem okul kitaplarında hem de sonrasında 1932 kongresinde somutlaştırılan bu tarih tezleri “bilimsel araştırma” ile de pekiştirilmeliydi. 1932 kongresindeki konuşmacıların çoğu konuşmalarında Türk ırkı kavramına ağırlık vermişlerdi ve “bilimsel” antropolojik bir tanım vermeyi deniyorlardı. Gobineau gibi Avrupalı kuramcılara, Deniker’e ve insan ırkları sınıflandırması denemesi (1889) isimli çalışmasına atıfta bulunuluyordu. Afet İnan, daha sonra antisemitizmin hizmetine girecek olan Georges Montandon’un eserleri ile ilgilenir. O dönem Türk “ırkı” uzmanı olarak kendini ileri sürecek olan kişi Cenevreli Eugene Pittard’dı. Anadolu ve Balkanlar hakkında araştırmalar yapar ve İnsanlığın Evrimi koleksiyonunun Irklar ve Tarih isimli cildini kaleme alarak prestij sahibi olur. Profesör ve Cenevre Üniversitesi rektörü olan Pittard ırk antropolojisinin bilimsel gettonun dışına çıkarak diğer bilim kolları gibi öğretilmesi gerektiğini savunuyordu. Argümanları oldukça endişe vericidir:  Pittard antropolojinin ırk ıslahı politikasının temeli olmasını arzu ediyordu. Irkçılık kuramcısı olmamasına rağmen, yazdığı metinlerde ırkçı kuramları desteklediği söylenebilecek bölümler bulmak mümkündü.

Eugene Pittard ve tarih tezi savunucuları birbirleriyle tanışmak için yaratılmışlardı. Afet İnan ile ilk temasların 1935 yılında başladığı düşünülüyor. Pittard çok kısa sürede akıl hocası olur, 1937 yılındaki 2. Türk Tarih Kongresi’nin onursal başkanıdır ve Afet İnan 1939 yılında verdiği doktora tezini (Türk “ırkının” vatanı, Anadolu) onun yönetiminde hazırlar.

1928 yılından itibaren Eugene Pittard Türk Antropoloji Dergisi’nde araştırmacıları Etrüsklerin Türk kökenini kanıtlamaları konusunda teşvik eder (aynı yöntemle Sümerliler ve Hititlilerin de...). 1932 Tarih Kongresiyle, manevi babasının ve Türk devletinin desteği ile Afet İnan  1937-1939 yıllarında  64.000 vakayı kapsayan ve E. Pittard’ın uygulamaya koyduğu yöntemleri kullanarak bir kafatası anketi gerçekleştirir. Afet İnan’ın araştırmaları elbette bilimsel bir sonuç vermeyecektir. Ancak o dönemde çokça duyulan bu ırk temelli söylemi başkaları kullanacaktır.

Cahun, daha 1873 yılında dilbilimi aracılığıyla tarihöncesi Türk istilalarını kanıtlama olasılığını öneriyordu. 1935 yılında, tüm dillerin Türkçe’den geldiğini savunan güneş-dil teorisi tarih tezlerini tamamlar. Bu teori XIX. Yüzyılın ortasında Avrupa’yı etkisi altına alan dilin kökeni tartışmalarında gecikmeli de olsa yer bulur. Resmi Türkoloji, tarih tezlerinin tartışmalı yöntem ve buluşlarından daha da tartışmalı olan yeni bir araca sahiptir. Güneş-dil teorisi eserler, makaleler, kolokyumların düzenlenmesine neden olur ve Atatürk’ün ölümü sonrasında terk edilecek bu teori Türk bilimcileri harekete geçirir.

Geriye kalanlar

1938’den sonra Türk bilim dünyasının bir kısmı Kemalist yöntem ve söylem arasında mesafe koyar. Ancak Türkiye’de Atatürk’ün ölümü sonrasında giderek daha fazla görünür olan milliyetçi ve pan-türkist sağ ve aşırı sağın, Avrupa’ya sığınan SSCB Türkofon göçmenlerin aracılığıyla Almanya ile temasları vardır. Yayınları ve bazı sloganları alenen ırkçıdır.  Bunların en genç militanları arasında, milliyetçilerin şimdiki lideri Alpaslan Türkeş vardır. Antropoloji ile Kemalistler ırkçılığın kendine mal ettiği Pandora’nın kutusunu açarlar ve Milliyetçi sağ ideoloji Kemalist söylemin içine doğal bir şekilde yerleşir.

Türk ırkının üstünlüğünü savunan bu antropolojik söylem nasıl olur da sonraki hükümetler tarafından etnik konuların anlayışında sıkıntı yaratmamıştır? Bu ırk temelli söylem, doğrudan Türkiye’nin etnik birliği dogmasına yani Kürt ötekiliği varlığının inkarına yönlendiriyordu. Bugün ırk bazlı söylem terk edilmiş olsa da bunun doğal sonucudur: altmış yıldır Kürtlerin Türk olduğu kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Ve 1982 yılına doğru, tarih tezlerinin yeninden ortaya çıkması şaşırtıcı değildir: Bir dizi etkileyici kitap Kürtlerin Orta Asya’dan gelmiş Türk halkı olduğunu yazar; dillerinin ise Türk diyalekti olduğunu. Güneş-dil teorisi de işe yarayabilecektir. Farklı dillerdeki sözcükleri ya da fonemleri karşılaştırarak bir yakınlık bulmayı hedefleyen bu yöntem en azından 1985 yılına kadar bir Kürt dili olmadığını göstermek amacıyla kullanılmıştır; bu eski araçlar şimdi de Kürt sorunu olmadığını göstermek üzere hala faydalıdır. Bu kitaplar çok az okunsalar dahi bazı etkili çevrelerde tarihi fikirlerden geriye kalanları doğrulamaktadırlar. TKAE, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü gibi yarı resmi kuruluşlar ve doğu Türkiye’deki bazı üniversiteler  bu tür söylemlerde uzmanlaşmışlardır. Yani tarih tezleri ölmemiştir.

Kürt kimliğinin en azından 1985 yılına kadar inkarına yarayan bu kalıntıların haricinde bu tarih tezlerinin tarih söyleminde etkilerinin oldukça derin ve uzun süreli olduğunu kabul etmek gerekir.

Atatürk’ten bu yana tüm okul tarih kitaplarında Orta Asya Türk tarihinin efsanevi ve tarihi başlangıç noktası olarak belirtilir; bu toplu bellekte temel ve iki merkezli bir vasıf kazanır. Okul kitabı yazarlarının çoğu Kemalist dönemden  bu yana Orta Asya’dan anavatan ya da anayurt diye söz eder: Bu bakışa göre anavatan mevcut vatandan farklıdır. Kitaplardaki Orta Asya haritaları sayı olarak Anadolu haritaları ile kıyaslanabilir.

Orta Asya geçmişi idealize edilmenin de ötesindedir: Kemalist ideolojinin geçmişi olmuştur, zira resmi tarih söylemine göre, büyük reformlar Batı taklidinden değil, Orta Asya Türklerinin törelerinden ve ikinci olarak Hitit kodlarından ileri gelmektedir. Laiklik, cinsiyet eşitliği, parlamenter demokrasi, bütün bunlar VIII. Yüzyıldaki Orhun tabletlerinde vardı, “henüz Avrupa dillerinin birçoğu yokken” Orhun’da pratik bir alfabe kullanan edebi bir dili de elbette unutmamak gerekir. Arap alfabesini reddederek Mustafa Kemal’in bir tür kaynaklara geri dönüş gerçekleştirdiğini varsayabiliriz. Öte yandan okul kitapları eski Türklerin dini ile İslam arasındaki benzerliklere sıkça değinir ki bu da dönüşümü yazgısı önceden belirlenmiş bir olay haline getirerek, bugün eğer Müslüman değilse gerçek bir Türk olunur görüşünü ileri sürmeye imkan verir.

Gerçek olguları, zaman zaman bükme pahasına, ön plana çıkararak, Orta Asya’ya son derece güçlü duygulu bir değer katıldı.  Orhun yazıtları bugün, Bizans’ta Anadolu’yu Türklere açan Selçuklu Türkü Alparslan’ın zaferi ile eşit kabul edilen tarih söyleminin en önemli öğesi kabul edilmektedir. Okul kitaplarında bu iki konu doğrudan bozkır kültürünü yüceltmeyi başaran ve Alparslan’ın askeri eserini takip eden Atatürk ile bağdaştırılır. Bu geçmişin Orta Asya kısmı en çok milliyetçi sağ tarafından savunulur ve hak iddia edilir, siyasi söylemleri, yayınlarındaki konu başlıkları ve gri kurt sembolü bunun göstergesidir. Türk milliyetçiler için bu şerefli, yiğit geçmiş Orta Asya geçmişidir. Hititlerin parlak geçmişi ise söylemlerinde daha az yer bulur.

Dolayısıyla günümüzde, Çin ve SSCB’li Türklerin durumu ve geçmişini ara vermeden incelemeye tek devam eden Türk milliyetçi sağ, Orta Asya’nın yeniden keşfine ilgi duymaktadır. Sol, Anadolu geçmişine daha fazla değer vererek Asya geçmişini terk eder. Asya Türklerine ilgi duymak bir ölçüde milliyetçi ya da pan-türkist olmak anlamına geliyordu. Büyük ölçüde Sovyet ya da Çin hareketine bağlı olan sol,  Asya’nın bu halkları ile ilgili bir söylem üretemiyor ya da üretmek istemiyordu. Türkiye’de ve SSCB ve Çin’den sürgün olmuş türkofonlar arasında  anti-emperyalist söylemi sağcılar kapar.  Türk solunun yeni bağımsız Türk devletlerine yönelik bir politika ve söylem edinmesi için zaman gerekecek.

Tarih tezleri basit bir merak olarak algılanmamalıdır. Kültürel Kemalizm’in bu yönü tarihin milliyetçilik tarafından kullanıldığında hangi noktaya varabileceğini ve –bugün de geçerli olan- tarihin Türk tasarımının Rus imparatorluğunun milliyetçi türkofonları tarafından ne kadar etkilendiğini görme imkanı sağlıyor. Türk bilinci dışarıdan getirilmiştir. Dönemin aşırılıkları hızlı hareket etme arzusu ve coşkusu ile açıklanabilir; elbette bunlarla bağıntı kurmak gerekir: Üçüncü Cumhuriyetin Fransız okul kitaplarındaki milliyetçi söylem karşılaştırılabilir noktalar içerir...

 

kimliği

E-bülten

E-bültenimize üye olmak için

"Repair" proje ortaklari

 

Twitter

Facebook