Ermeni-Türk platformu

Türkiye, Ermenistan ve diasporadan görüşler
Tüm yazılar Türkçe, Ermenice, İngilizce ve Fransızca dillerinde

 

Bu duraklama bizi daha derin noktalara taşımalı

 
 
 

Ermeni diasporasından bakış

 

Bu duraklama bizi daha derin noktalara taşımalı

Serge Avedikian'la söyleşi

 

 
Serge Avedikian

Yönetmen ve oyuncu

Fransız oyuncu ve yönetmen Serge Avédikian Türklerle diyalogu savunan ilk Ermeni diaspora sanatçılarından biri. Bu diyalogun son dönemlerde duraklama sürecine girdiğini ve farklı girişimlerin sonuçlarının da tartışmalı olduğu görüşünde. Avédikian bu durumun genç kuşak aydınlar ve Türk sanatçıların geliştireceği yepyeni bir söylemle aşılabileceğine inanıyor.


Türkiye’ye gelip birlikte projeler üretme gerekliliğinden dem vuran ilk diaspora sanatçılarından birisiniz. Hrant Dink’i tanıyordunuz. Nasıl tanıştığınızı anlatabilir misiniz?

İlk defa Agos’ta tanıştık sanırım. 1998’de Bodrum’da bir festivale katılmak için geldiğimde İstanbul’a uğramıştım. O sıralar Agos’ta benimle ilgili bir haber yayınlanmıştı.  Ama Hrant’la bir araya gelemedik, şehir dışındaymış. 2003’te Bursa festivali ve “Aynı Sudan İçtik” in mekân seçimleri için geldiğimde bir röportaj için randevulaştık. Bugün gibi hatırlıyorum, ayağa kalkıp, beni kucakladı ve Ermenice şunları söyledi : “Sen benim için bir efsaneydin, oysa burada kanlı canlı karşımdasın”. Epey şaşırdım tabii, “Böyle şeyler söylemek için hakkımda ne düşünüyor kimbilir ?” diye geçirdim içimden. Bursa Festivali’nden ve Sölöz’ü (Aynı Sudan İçtik filminin çekildiği Serge Avédikian’ın dedesinin Bursa yakınlarındaki köyü)  13 yılda ikinci kez keşfimden bahsettim röportajda. Çok şaşırdı, ben de Ermeni toplumu ve tarihinde dair tüm bilgisine rağmen Sölöz’den habersiz olmasına şaşırmıştım. Demek ki İstanbul’dan pek uzakta olmayan öyle hikâyeler vardı ki, Ermeniler bile onlardan bihaberdi. Tüm bunlar gizli tutulduğu için çok normaldi aslında. « İnanılmaz bir şey bu köyün hikâyesi », dedi, daha fazla bahsetmemi istedi. Sonrasında iletişimimiz sürdü. Çekimlerden önce, sonra ve montaj ertesinde tekrar görüştük. Bir keresinde beraber yemeğe gittik, beni Cengiz Aktar, Ali Bayramoğlu ve o sırada İstanbul’da olan Taner Akçam ile tanıştırdı.


Bu aydınlarla ilk kez Hrant Dink sayesinde tanıştınız.

Evet, Hrant tanıştırdı. Çünkü birkaç Ermeni’nin dışında ne sinema camiasından, ne de aydınlardan pek kimseyi tanımıyordum Türkiye’de. Hep yaptığımız gibi, Boncuk Restoran’ın birinci katında buluştuğumuz bir akşam etrafındaki tüm bu kişilerle beni tanıştırdı.


“Aynı Sudan İçtik”  filminin ilk versiyonlarından birini İstanbul’da birlikte seyrettiğinizi hatırlıyorum.

Hrant’ın ölümünden altı ay kadar önceydi. Kısa film festivali için İstanbul’a gelmiştim. Filmin ilk versiyonunun montajı bitmişti. Chirac’ın danışmanlarından biri olan Valérie Terranova da o sıralar İstanbul’daydı ve Hrant ile kendisini tanıştırmamı istemişti. Ben de Hrant’a filmin ilk montajını göstermek istiyordum, onun da katılacağı bir gösterim organize ettik. Film onu çok duygulandırdı sanırım. Bu bağlantının şöyle bir tarafı da var: Hrant’ın ölümünü telefona bana haber veren Valérie Terranova oldu.


Hrant Dink izledikten sonra “Bu filmi esas diasporada göstermek lazım. Türkiye’ye gidip insanlarla konuşmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor” demiş sanırım.

Hrant’la tamamen aynı çizgideydik. Açık fikirlilik içinde olmak, faşist gruplar dışında bugünün Türkiye’sindeki bütün eğilimlere doğru bir adım atmak, insanlarla konuşmak ve onlara “buradayız” demek gerektiği konusunda hemfikirdik. Bunları yaparken aynı zamanda keşfettiklerimizi ve diasporada Türkiye’ye dair kat edilen yolu da paylaşmak gerekiyordu. Hrant’ın Agos’ta yaptığı tam da buydu. Anadolu’daki köyler, Ermeni yazarlar, soykırımdan önceki hayat ve Türkiye’nin soykırımla ilgili cehaletine dair yayınladığı yazılarla tam da bunu yapıyordu. “Aynı sudan içtik” filmi de aynı işlevi yerine getiriyordu. Köylerinin tarihinden kısmen bihaber yaşayan Türk vatandaşlarıyla konuşarak bunu yapıyordu. Ermenilerin yaşadıkları yerlere kendileri de mübadele sırasında topraklarını terk etmek zorunda kalan Pomakların yerleşmiş olmasının, bu hikâyede göçmen olarak ne hissettiklerinden, Ermenilerin inşa ettikleri ve bıraktıkları izlerden bahsediyor olmalarının sembolik olarak çok güçlü bir anlamı vardı. Bu durum farklı bir diyalog kurmanın önemli bir kilit taşıydı. Bence Hrant bu yaklaşımı sadece desteklemekle kalmıyordu, kendisi de, kendi üslubunca, ekibiyle birlikte bu işin göbeğindeydi. Hrant’ın Agos’ta yaptıklarıyla bizim çalışmamız bu yüzden tam olarak örtüşüyordu.


O dönem diasporadaki Ermenilerin büyük çoğunluğunun, Türkiye’ye gelip, Türklerle konuşmayı hayal bile etmedikleri bir dönemdi.

Yapanlar da bunu gizlice yapıyorlardı. Mesela bir hatıra almaya geliyorlardı. Bir nesneyi ya da mezar taşını almaya gelen Ermenilerin olduğunu anlatmışlardı Sölöz’de. Bütün bunlar gizlilik içinde yapılıyordu, çünkü konu hala tabuydu. Yaklaşımımızla bu tabuyu kırdığımızı söyleyebilirim. Nasıl olur da bir Ermeni, tarihine dair herhangi bir tanıma olmadan, Türkiye’de, soykırımın ve tehcirin yaşandığı yerlerde, Türklerle diyalog kurabilirdi? Bu tabu filmle ve Hrant’ın çalışmalarıyla kırıldı.


Film bu yüzden çok eleştiri aldı sanırım.

Fransa’daki diasporanın bir bölümü çok kuşkulu yaklaştı. “Seni kandırıyorlar, hiçbir şeyi kabul etmeyen insanlarla diyalog kuramazsın” diyorlardı. Birçok insan için bir geçiş dönemi olduğunu düşünüyorum, özellikle de gençler için.


Bu filmden ve yürüttüğünüz pek çok projeden sonra, diaspora Ermenileri Türkiye’ye gelmeye başladılar. Bir bakıma yolu açan siz oldunuz. Birçok ortak proje hayata geçirildi. Sizce bu süreç Türkler ve Ermeniler açısından neleri değişirdi?

Her şeyden önce insanlar gerçekten konuşmaya ve samimi sorular sormaya başladılar. Diyalogsuzluk çıkmazından nasıl çıkılır? İki tarafın tabularından kurtulmak nasıl mümkün olur ? Aslında aşırı milliyetçiler her iki tarafı da köşeye sıkıştırmıştı.  Türk tarafı, yani hükümet ve milliyetçiler ”Nasıl olur da, hiç olmamış bir soykırımı tanımayı şart koşan Ermenilerle konuşulur?” diyorlardı. Ermeniler ise “Nasıl olur da soykırımı bile tanımayan insanlarla konuşursunuz? Bu bir sağırlar diyalogu” diye itiraz ediyorlardı. Bu baraj zorlandı bence, ama herkes için değil. Sonuç bence biraz tartışmalı. Şunu unutmamak lazım: Türkiyeli entelektüeller tarafından başlatılan “Özür diliyorum” kampanyası, tabuları yıksa da, ulaştığı sonuç organize edenlerin bekledikleri kadar parlak olmadı. Hatırladığım kadarıyla kitlesel bir katılım bekliyorlardı, en azından bunu umut ediyorlardı, ben de onlarla birlikte tabii ki. Bu konuda bugüne kadar sessiz kalmış insanların demokratik bir şekilde söz almaları bu vesileyle mümkün olabilecekti. Bir milyon imza bekliyorlardı. Sanırım 30 bini geçmedi, ki hiç fena değil, ama yine de beklentilerden çok uzak.

Bu sürecin bir yolu açtığını belirtmek isterim, birçok genç Anadolu’da seyahatler yapabildi, daha önce de yapılıyordu elbette, ama artık açıkça yapmak mümkün oldu. Yakınlaşmalar arttı, Ali Bayramoğlu, Cengiz Aktar, Ahmet İnsel ve Taner Akçam gibi Türkiyeli aydınlarla, özellikle Fransa’da pek çok tartışma düzenlendi. Neredeyse hepsine katıldım. Ermenler ve Türkler arasındaki diyaloga dair kitaplar yayınlandı. Bu dönemin artık hızının yavaşladığını, yerini uzun vadeli girişimlere bıraktığını gözlemliyorum. Bu hareketten daha kalıcı ve derin şeyler doğacak. Filmler çekilecek, bunu sadece umut etmiyorum, bundan eminim. Kendi isteğinin dışında bir alanda öncü olunca olacakları öngörebiliyor insan, çünkü ortamın sıcaklığını ölçebiliyor. Hemen olmayacak belki. Duraklama zamanları olacak, bazen şüpheler geri gelecek. Hrant’ın ölümünün iki taraf için de pek çok şeyi sekteye uğrattığını unutmamak lazım.


Bu girişimlerin arttığı dönem, Hrant Dink’in bazı kesimler tarafından “tehlikeli” olarak görülmeye başladığı döneme de denk geliyor. Hrant Dink neden tehlikeliydi, neleri değiştiriyordu sizce Türkiye’de?

Hrant’ın cesareti ve sözlerindeki samimiyet bunda etkili oldu. Bir aydın, aydın olarak görüldüğü müddetçe tehlikeli değildir. Ne zaman bir entelektüel olmayı bırakıp hissedilir, herkesin anlayabileceği ve çok kişiye ulaşabilen sözcüklerle gerçek bir mücadele başlatır, ancak o zaman tehlikeli olur. İşte bunu gerçekleştirdiği için bu adam devletin gözünde “rahatsız edici” olmuştu. Kamusal alanda çok yer kaplıyor, Türk entelektüelleri karizmasıyla peşinden sürüklüyordu. Türkiyeli aydınlar onun önünde olacaklarına, arkasındaydılar. Bu cinayetin en çok can acıtan yönlerinden biri de buydu. Çünkü bir kez daha öldürülen kişi bir Ermeniydi, muhalif bir Türk değil. Bu her iki taraf için de çok şeyi değiştirdi. Bir tarafta onu duyan toplumun önemli bir kesimini isyan ettirdi. Cenazesinde yüz binlerce insan sokaklara döküldü.


Böyle bir tepki bekliyor muydunuz Türkiye’de ?

Hayır. Sadece resmi bir tören olur ve hükümet tarafından olaya el konulur diye düşünüyordum. Kısmen öyle oldu zaten, ama bu kadar insanın sokakta olmasını beklemiyordum. Hiç kimse insanların pankartlarıyla böyle isyan edeceklerini öngörmemişti. Bu hiç bir zaman unutulmayacak. Devamı da geliyor, daha az insan gelse de, yine de önemli sayıda katılımcıyla her yıldönümünde tekrarlanıyor, adeta bir sembole dönüştü. Öte yandan, o artık aramızda değil. Bir lider yok artık. Herkes dağınık olarak, kendi köşesine püskürtülmüş vaziyette. Bir takım girişimler var ve bütün bunlar nispeten olumlu gelişmeler, ama bu mücadelenin başsız kalmış olduğu gerçeğini değiştirmiyor.


Belki de o “başı” bu defa Türk aydınlarının arasından bulmak gerekebilir.

Kesinlikle. Türkiye’deki bazı şeylerin tanınması ve daha ileri bir demokrasi için yürütülen gerçek bir muhalif hareketin başında bir Ermeni olmamalı. Hrant bir Türk Vatandaşıydı, ama böyle bir hareket için  “Ermeni veya Kürt dölü” olmakla itham edilmeyecek birine ihtiyaç var. Türkiye’deki zorluk bu işte, hemen eski refleksler ve suçlamalar devreye giriyor. Oysa bir Türk bu işi üstlenirse en azından bu engellerden kurtulmak mümkün olur.


Bunun başka bir anlamı da olacaktır, değil mi ?

Elbette. Bu Türkiye’de sivil toplumun olgunlaştığının, artık öne çıkabildiğinin de göstergesi olacaktır. Bunu yapabilecek insanların var olduğuna şüphe yok. Gazeteciler, entelektüeller, sanatçılar arasında mutlaka varlar, buna eminim. Örneğin, kültürel alandaki girişimleriyle Osman Kavala bunu bir şekilde yapıyor. Devasa ve inanılmaz işler yürütüyor ve yapmaya da devam edecek. Başkalarının da olması lazım sadece.


Hrant Dink’in ölümünden 6 yıl sonra Türkiye’deki siyasi durumu nasıl değerlendiriyorsunuz ? Bu konularda bilinçlenme arttı mı yoksa bir gerileme mi gözlemliyorsunuz ?

Bu konularda gerileme olmayacağını düşünüyorum. Ama duraklama, olgunlaşma, anlama ve hazmetme zamanları olacaktır. Verilecek yeni bir sesin hazırlık döneminin sürdüğünü düşünüyorum. Ne şekilde kendi gösterebilir bu ses ? Girişimlerin hepsini olmasa da birkaçını biliyorum. İlerleyen aylarda sanatçıların söz alacaklarını düşünüyorum. Üniversitede hoca ya da tanınmış gazeteci olmayan, genç olmalarına rağmen yeterli olgunluğa sahip ve daha serbest hareket edebilen yeni kuşak entelektüeller var. Ben de belirli bir yaşta olduğum için sahip olunan ünü riske atmanın, yerini kaybetmekten korkmanın ne demek olduğunu biliyorum. Bu durumlarda bir otosansür devreye giriyor. Oysa kaybedecek bir şeyi olmadığı için otosansüre başvurmayan insanlar lazım. Tam da bu yüzden yürüttüğüm yeni bir projede sözü çok farklı ülkelerden genç sinemacılara veriyorum, örneğin diaspora kavramı üzerine konuşmaları için.


Türkiye de var mı bu projede ?

Henüz değil. Ermenistan, Güney Kore, Kanada ve Lübnan var.  Bu aşamada dahil etmedim, çünkü Türkiye’ye dair yeni projelerin girişimlerinin Türkiye’den gelmesini istiyorum. “Barajları zorlayan” kişilerin diaspora ya da Ermenistan Ermenileri olmasından usandım. Biz yaptık bunu, yapmaya da devam edeceğiz. Ama artık girişimlerin Türkiye’den gelmesi için sahayı biraz boş bırakmak gerektiğini düşünüyorum.


Bu yüzden mi son zamanlarda yeni projeler için sizi Türkiye’ye pek göremiyoruz ?

Bunun pek çok nedeni var. Bir dönem düzenli olarak çok sık geldim, hepsi de bir şeyler yapmak içindi. Önce “Aynı Sudan İçtik” için geldim, sonra “Hayırsızada”nın gösterimleri, daha sonra da “İstanbul Sokak Köpekleri”nin çekimleri için. Örneğin “İstanbul Sokak Köpekleri” televizyon ya da sinemada gösterilmiş olsaydı, çok meşgul olsam dahi gelirdim. Üzerinde çalıştığım projeler beni başka yerlere götürdü. Bitirmek üzere olduğum Paradjanov’un hayatına dair film iki buçuk yılımı aldı. Çok büyük bir işti, Türkiye’den daha çok Ukrayna ve Gürcistan’da bulunmam gerekti. Daha içsel ve kişisel projelere dönmek için bir parantez açtım diyelim. Türkiye’nin bu kategoriye girmediğini söylemiyorum. Dedemden, Sölöz'den ve köpeklerden yola çıkarak çok fazla şey söylemiştim zaten, başka bazı kişiler gibi sadece Türkiye'yle ilişkim üzerinden iş yapar gibi görünmek istemiyorum. Paradjanov filmiyle geri geleceğim, belki bir sergi, ön gösterim ya da festival vesilesiyle de olabilir. “İstanbul’da Son Raunt” projemi biraz daha somut bir hale büründürünce, ki bunu 4-5 ay içinde yapabilmeyi umuyorum, filmi Türkiye’den bir ortak yapımla gerçekleştirmeyi diliyorum. İşte o zaman daha keskin konulara girebilirim. “İstanbul’da Son Raunt” filmi yetimlerden, soykırımdan, 2. Dünya Savaşı sonrası İstanbul’undan, casuslardan, Nazilerden söz ediyor. Hayaletler ortaya dökülecek, anlayacağınız.


Filmin Türkiye ortak yapımı olması önemli sizin için.

Evet, önemli. İstanbul’a, Türkiye’nin ya da Ermenilerin tarihine dokunan projeler olduğu zaman oradan birinin katılımı projeyi meşrulaştırıyor. Arşiv görüntülerine erişmek gibi bazı konularda gerçek bir işbirliği perspektifine sahip olmanızı sağlıyor. “İstanbul’da Son Raunt” bir animasyon filmi.  Bazı arşiv görüntülerine ulaştım, ama etik olarak projeyi orada savunabilecek Türk entelektüellerin, sanatçıların ya da yapımcıların katılımını tercih ederim. Tıpkı “Hayırsızada” filminde yaptığımız gibi. Böyle bir katılım olmasa, filmin DVD’sinin Atın Portakal ve Anadolu Kültür’ün işbirliğiyle Antalya’daki okullarda dağıtılmasını hayal bile edemezdik. Filmin televizyonda bir tartışmayla birlikte gösterilmesini de. Bunlar çok büyük adımlardı.


Bir dönem Türkler ve Ermeniler arasındaki diyalog sürecinin ilerlemediğini belirtmiş ve keskin eleştirilerde bulunmuştunuz. Bugün süreci nasıl görüyorsunuz ?

Eleştirmek ya da ahkâm kesmek kolay. Ama bir olayın önce sebeplerini anlamak lazım, özellikle de altında yatanları. Büyük şeyler oluşurken bir hazım süreci gerekiyor, yeni bir dile ihtiyaç duyuluyor, sürekli aynı şeyleri tekrarlamak insanları usandırıyor ve bir getirisi de olmuyor. Bu yüzden yeni kuşaklardan söz ettim. Şu anda bu konuda konuşanların neredeyse hepsi 50 yaşının üzerinde. Önemli siyasal dönemler, buluşmalar, açılımlar, cinayetler gördüler. Oysa günümüzde yeni kuşak bunları kendince algılıyor. Tabii ki bu konuda söz alan entelektüeller katkı sunmaya devam etmeli, ama asıl rolleri bayrağı devretmek olmalı. Bir şeyleri irdeleyen, gerçek bir vicdana sahip 25-35 yaş arasındaki gençleri söz almaya teşvik etmek olmalı. Bu alanı tekellerine almaktan vazgeçmeleri lazım. Biz aynı şeyleri tekrarlayıp duruyoruz. Keşif, yeni ve masum bir söylemden gelir. Bu duraklama bizi daha derin noktalara taşımalı. İnsanları daha derin konularda söz almaya ve yazmaya teşvik etmeli.


2015 yaklaşırken sizce hangisi Türkiye’de ağırlık kazanacak : ölümünün 6. yılında Hrant Dink’i anan on binler mi, «Hepiniz Ermeni, Hepiniz Piçsiniz” pankartının taşındığı gösteriler mi ? 

Bu konunun çok önemli olacağını hissediyorum. Sadece mücadelenin yüzeysel kalıp, derinlemesine düşünceyi kaybetmemizden korkuyorum. Bazen bir davanın pankartlara taşınması hiçbir şey duymayan insanların haberdar olmalarına sebep olur. Ama mücadele esas Türkiyeli ya da Almanyalı genç yönetmenler kurgu ya da belgesel filmlerini dünyaya duyurdukları zaman ilginç hale gelecek. Fark yaratan işte bu söz olacak. Ermenilerinki değil. Dikkat çeken girişimler kendilerini Türk olarak addeden ve farklı yerlerde yaşayan kişilerden gelecek, onlar bu tarihe dair tutumlarını her zamankinden daha güçlü bir şekilde ifade edecekler. Bu söz alışlar resim, sinema, edebiyat, siyasi ya da felsefi yazım alanında olabilir. Herhangi bir siyasi söylem şeklinde de olabilir. Ermenistan’da ve diasporada birçok proje mevcut ama ilgi çeken çalışmalar bunlar olmayacak. Esas beklenmeyen tanınmış bir genç Türk yönetmenin ya da İstanbul’da yaşayan birinin filmi, bir gencin yazdığı kitap olacak. Farkı bunlar yaratacak. Belki 24 Nisan’da yapılanlardan daha farklı gösteriler de ses getirebilir. Gerçek bir tavrı ortaya koyan ve toplumun daha geniş kesimlerine ulaşabilen konferanslar düzenlenebilir.


Hrant’ın en büyük rüyalarından biri Ermeni ve Türkler sanatçıları aynı sahne üzerinde şarkı söylerken görebilmekti. Acaba üzerinde çalıştığınız Anouch Operası bu rüyanın gerçekleşmesine vesile olabilir mi?

Buna katkı sağlayan şeylerden biri olacak. Anouch bir şeyleri göstermek için rüya gibi bir proje aslında.  Ermeni bir şair tarafından şiir olarak yazılmış, İstanbul, Tiflis, İskenderiye arasında yaşayan bir Ermeni tarafından bestelenmiş ve daha önce Türkçe sahnelenmiş. Henüz Türkçe metini bulamadım, ama bir şekilde ulaşacağımıza eminim. Bu öyle bir proje ki, soykırım öncesinde ve sonrasında bu oyun oynandı ve şimdi herkese açık bir şekilde sahneleniyor. Bunun altını çizmek için rüya gibi bir proje. Bugün herkese hitap eden bu popüler eseri tozlu raflardan indirip yeniden sergilemek için girişimde bulunan kişi de ne Erivan’da, ne de İstanbul'da oturan, ama Paris’te yaşayan biri. Türkiye’ye olduğu kadar Ermenistan’a da hitap edecek bir eser, isimsiz dağlarda geçen ama hem Anadolu’da, hem de Kafkaslarda yaşanabilecek namus davası hikâyelerini içeriyor. Anouch'un 2014’te İstanbul’da ve başka şehirlerde, mesela Diyarbakır’da, gösterilmesini gerçekten çok isterim. Kürtlere de hitap edecektir. Nisan sonunda Erivan’da gösterime girecek. Dilerim sonrasında İstanbul ve diğer şehirlerdeki gösterileri programlayabiliriz.


Bu sıralar tüm projelerinizde İstanbul var.

Kesinlikle. Parajanov üzerine olan film nerdeyse hazır. Sonbahar, bilemediniz gelecek baharda, festivaller için İstanbul’da olacağız. Bu film İstanbul’da kendinden epey söz ettirecek. Azeri-Ermeni savaşı sürerken bir Gürcü ve bir Azeri üzerine Ermenice bir film yapan biri Paradjanov. Sanatçıların sınırları ve ayrımları aşması gerekiyor. Bu problemleri inkâr etmek değildir, olduğu gibi göstermenin bir yoludur. Paradjanov filmi de politik bir film olacak, sanat, sinema ve kolaj aracılığıyla olsa da. Anouch Operası da kendi tarzında politik olacak. “İstanbul’da Son Raunt”un ise 2015’te hazır olmasını umuyorum. Yani 2013,2014 ve 2015 benim için rotası İstanbul olan üç büyük projenin yılları olacak. İstanbul zaten benim manevi doğum yerlerimden biri. Dedem İstanbul’dan birkaç kilometre uzaklıkta bir köyde doğdu, Ermenistan’a gitmek için bindiği gemi İstanbul’dan yola çıktı ve aynı yerlere İstanbul üzerinden geri geldik. İstanbul hayatımızın merkezinde.