Avrupa Birliği Ermeni meselesinde etkin olabilir mi ?

Perşembe, 10 Ekim 2013 14:55 tarihinde oluşturuldu
 
 
 

Türkiye'den bakış

 

Avrupa Birliği Ermeni meselesinde etkin olabilir mi ?

Ahmet Insel

 

 
Ahmet Insel

Paris 1 ve Galatasaray Üniversitelerinde iktisat profesörü. İletişim yayınları yöneticisi ve Radikal gazetesinde köşe yazarı.

AB’nin Ermeni sorununun çözülmesi konusunda yapabilecekleri, ilişkilerde yaşanan göreli tıkanma ve Türkiye’de üyelik konusunda yaşanan heyecan kaybı nedeniyle, sınırlı kalmaya mahkûm. Buna rağmen AB elindeki üyelik müzakereleri kaldıracını daha aktif ve yapıcı biçimde kullanabilir. Önümüzdeki iki yıl Türkiye bu konuda çok daha savunmacı ve reaktif olma eğilimi gösterecektir. Bu durumu, kısmen de olsa, etkisiz kılacak gelişme, Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin spektaküler biçimde canlandırılması olabilir.


Türkiye Devleti’nin 1915’de yaşanan büyük trajediyi soykırım olarak tanımaması, tanımamakla yetinmeyip, çoğu zaman bütünüyle inkârcı bir dil kullanması, hatta yaşanan trajedinin en büyük mağduru konumunu sahiplenmeye çalışması, Türkiye-AB ilişkilerini hiçbir zaman çok yakından etkilemedi. Her ne kadar bazı AB üyesi ülke yöneticileri Ermeni soykırımının tanınmasının Türkiye’nin üyeliği için bir önkoşul olduğunu dile getirseler de, böyle bir önkoşul ne 1999 Türkiye’nin üyeliğe adaylığına ilk yeşil ışık yakılırken, ne de bu adaylığın resmileştiği 2004’de Komisyon ya da Konsey tarafından resmen dile getirildi. Üye adayının yerine getirmesi gereken reformları ifade eden AB müktesebatı içinde de böyle bir koşul yer almıyor ve bu durum Türkiye diplomasisi tarafından her fırsatta dile getiriliyor.


Buna karşılık, Avrupa Birliği üyesi ülkeler içinde Ermenilerin maruz kaldıkları soykırım konusunda güçlü bir hassasiyet olduğu açık. Bunun yansımasını bazı AB üyesi ülke parlamentosunun aldığı soykırımı tanınma kararlarında ve özellikle Avrupa Parlamentosu’nun 1987’den beri bu konuda süreklilik arz eden tavrında görüyoruz. Avrupa Parlamentosu, 18 Haziran 1987’de Ermeni soykırımını tanıma kararı aldı. Bu kararın bağlayıcılığı yoktu. Nitekim 1999’da Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin adaylığına yeşil ışık yakılmasının ardından, bu kararın 1987’de Avrupa Parlamentosu’nun soykırımı tanıma kararına aykırı olduğu gerekçesiyle, 2003’de  merkezi Marsilya’da olan Euro-Arménie ASBL derneği adına avukat Philippe Krikorian, Avrupa Toplulukları Adalet Divanı’nda (CJCE) Avrupa Parlamentosu, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Birliği Konseyi aleyhine dava açtı. Divan, aynı yıl aldığı kararda, “Parlamento’nun söz konusu kararının bütünüyle siyasi içerikte deklarasyon içeren bir evrak olduğunu, bu içeriğin Parlamento tarafından her zaman değiştirilebileceğini”, dolayısıyla bağlayıcı hukuki sonuçları olamayacağına karar verdi. 2004’de Temyiz Divanı bu kararı onayladı.


Benzer bir durum, 2005’de Avrupa Parlamentosu’nun aldığı karar için de geçerli. Türkiye ile üyelik müzakerelerinin resmen başlayacağı tarih olan 3 Ekim 2005’den bir hafta önce, 28 Eylül 2005’de Avrupa Parlamentosu, Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlanmasını kabul ettiğini ilan eden bir karar aldı. Kararda, Türkiye’de yetkililerin Avrupa Parlamentosu’nun 1987’de aldığı kararı tatmin eden bir girişimde bulunmamaya devam ettikleri hatırlatılıp,  Türkiye Ermeni soykırımını tanınmaya davet ediliyor ve bu tanımanın, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımayla birlikte, AB üyeliği için bir önkoşul olduğu vurgulanıyordu. Bu karar da, bir önceki karar gibi bağlayıcı değildi.


“Doğal adım” beklentisi


Görüldüğü gibi, Türkiye’nin Ermeni Soykırımını resmen tanıması, üyelik müzakerelerini sürdürmesi için bir önkoşul değil. Üyelik için de resmen önkoşul olup olmadığı tartışmalı. AB parlamentosu başkanlarının özel konuşmalarda Ermeni Soykırımı’nı tanımanın üyelik için gayrı resmi bir koşul olduğunu zaman zaman söylemelerine rağmen, resmi olarak böyle bir talep ne Komisyon ne de Konsey tarafından dile getiriliyor. Komisyon ve Konseyde, bu konudaki ağırlıklı görüş, üyelik koşullarını Türkiye yerine getirdiği zaman, bu sorun konusunda da tarihi bir adım atmasının “doğal olarak” gerçekleşeceği yönünde. Bunun gerçekten “doğal” bir adım mı, yoksa Türkiye’nin üyeliğinin kabulü gündeme bir gün gelirse, bazı üye ülkelerin yapmaya niyetlendikleri gibi, ülke referandumlarının içine gömülecek görünmez bir koşul mu olacağı şimdilik belirsiz. İkinci ihtimal daha yüksek ama bunun için Türkiye’nin üyeliğinin kabul edilmesi aşamasına gelinmiş olması gerekiyor. Bu ise, bugün artık en güçlü olasılık değil. Bu durumda Ermeni sorununun çözümü konusunda Türkiye’deki iç dinamikler çok daha fazla önem kazanıyor.


AB ile ilişkilerin sıcak olduğu 2000’lerin ilk yarısında, 1915 Ermeni tehciri kararının yol açtığı büyük insanlık dramını tanımak, bu konuda özür dilemek ve bu büyük katliamda dönemin Osmanlı idaresi yöneticilerinin sorumluluğunu kabul etmek konusunda Türkiye’de resmi hiçbir adım atılmadı. Tersine, 2001 yılında Fransız Ulusal Meclisinin Ermeni Soykırımı’nı tanıma kararı almasından sonra, dönemin Türkiye hükümeti, mecliste temsil edilen partilerin hepsinin desteğini alarak, AB üyeliği açısından kilit öneme sahip bu ülke ile diplomatik ilişkileri en alt seviyeye indirmekten geri kalmadı. Aynı tavır 2007’den sonra, soykırımı inkârını cezalandıran bir yasa tasarısı nedeniyle ve bu kez Türkiye’nin üyeliğine açıkça karşı olduğunu ilan eden Fransa’ya karşı tekrarlandı. ABD ve Avrupa’da, özellikle de Fransa’da, Türkiye büyükelçiliklerinin mesailerinde “Ermeni Sorunu” en fazla yer işgal eden birkaç konu arasında yer almaya devam ediyor. Kısacası, AB ile ilişkilerin en sıcak olduğu zamanlarda veya bu ilişkilerin giderek soğuduğu veya durağanlaştığı son yıllarda, Türkiye’de resmen 1915 konusunda herhangi bir tavır değişikliği olmadı. AB’nin bu konuda alınmış yaptırım gücü olan bir kurumsal kararının olmadığını olduğunu yukarıda belirtmiştik. Bu konu, daha çok üye devletlerin politika sorumluluğu alanına bırakmış durumda.


Türkiye’nin üyelik müzakereleri ilerler ve tam üye olma aşamasına eğer bir gün gelirse, 1915 ve sonrasında Ermenilerin maruz kaldıkları olayları soykırım olarak açıkça adlandırmasa bile, bunun çok ağır bir suç olduğunu kabul etmesi ve bir şekilde özür dilemesi gerekecek. Bunu de jure olmasa da, de facto bir koşul olarak birçok ülke tarafından dile getirilmesi ihtimali yüksek.


Azerbaycan’ın baskı ve şantaj politikası


Türkiye ile Ermenistan arasında 2008 Ekim ayında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Erivan’a yaptığı futbol maçı ziyareti vesilesiyle hızlanan gayrı resmi diplomatik ilişkiler, 2009’da iki ülke diplomatik temsilcilerinin imzaladığı protokollerle resmiyet kazanmaya başlamıştı. Ancak, iki ülkenin hükümeti de, protokollerde öngörüldüğü gibi bu metinleri parlamentolarının onayına sunacak adımı atmadılar. “Protokol diplomasisi” ölü doğdu. Bunun nedenleri arasında, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin protokolleri 1915’i soykırım olarak tanımlayan belgelere atfen onaylaması kadar, belki ondan fazla, Azerbaycan’ın Türkiye hükümeti üzerinde uyguladığı baskı ve şantaj politikası sayılabilir.


Ermenistan’la Türkiye arasındaki ilişkilerde de AB üyeliği perspektifinin doğrudan bir etkisi olduğunu söylemek zor. Türkiye Ermenistan’la diplomatik ilişkilerini dondurmak ve sınırı kapamak kararını 1915’le ilgili bir gelişme sonucunda almadı. Azerbaycan’la Ermenistan arasında Dağlık Karabağ’ın statüsü konusunda ortaya çıkan savaşta, koşulsuz olarak Azerbaycan’ın yanında yer aldığı için bu kararı aldı. O günden beri de, kendisinin doğrudan aktör olmadığı bir konuda aldığı bağlayıcı kararın esiri olmuş durumda. AB ile üyelik konusunun daha güvenli bir patikada ilerlemesinin Azerbaycan’ın etkili şantaj politikasını ve milliyetçi çevreleri harekete geçirme kapasitesini yıpratması ihtimali var. Bu durumda Karabağ sorununun çözümü yolundaki somut en ufak gelişmenin, örneğin Ermenistan’ın işgal ettiği 7 bölgeden bir veya ikisinden çekilmesinin Türkiye’nin Ermenistan’la yeniden diplomatik ilişkileri tesis etmesi için yeterli olabilir. Ama bu konuda etkili aktörün ABD değil, AB hiç değil, Rusya olduğu açık.


Ama bütün bunlar, sorunun sonuçta Türkiye içi toplumsal ve siyasal dinamiklerde düğümlendiği gerçeğinin üzerini örtmemeli. Ermeni sorununun çözümünün önündeki en büyük engel, Türkiye toplumunun geniş bir kesimi arasında oluşan çok güçlü bir kurucu ittifak konusu olmasından kaynaklanıyor. Bu soruna karşı alınan inkârcı tavrı, Cumhuriyet’in kurucu ittifakları arasında günümüzde güç ve etkisini en fazla korumaya devam eden ittifak konusu olarak tanımlamak mümkün. İktidar ve muhalefet partilerini bir anda yan yana getiren bir “milli mesele” ve dolayısıyla siyaset üstü bir “milli tavır” Ermeni sorununa karşı yaklaşımı bir tür “milli tabu”ya dönüştürmeye devam ediyor. 1915 Ermeni tehciri ve onu izleyen yıllarda Türkiye Cumhuriyeti topraklarından Müslüman olmayan unsurların göç ettirilmesi politikasıyla yüzleşmek ve nihai olarak özür dilemek, yapılanları telafi edici adımlar atmak toplumun büyük çoğunluğu için ülkeyi bölmek, Cumhuriyet düzenini yıkmak, devleti parçalamak türünden, ulusal varoluşa yönelik büyük bir tehdit olarak algılanıyor. Devlet politikası bu tehdit algısını besliyor.  Bu tehdit algısını toplumsal tahayyülde besleyen en önemli etmen, Ermeni varlık ve kimliğinin Anadolu toprakları üzerinden çok büyük oranda silinirken gerçekleştirilen mülkiyet transferi konusunda hesap vermek korkusu. 1925 öncesi tapu kayıtlarının ulaşımın engellenmeye devam etmesi bunun en açık göstergesi.
    

Sivil toplumun yüzleşme girişimleri


AB ile ilişkilerin kurumlaşmasının ve üyelik müzakerelerinin başlamasının 1915’le yüzleşme konusunda doğrudan ve resmi planda herhangi bir etkisi olmamasına rağmen, Türkiye’de dinsel azınlıkların “yabancı yurttaş” konumda olmalarına son verecek bazı adımların atılmasında etkili olduğu bir gerçek. Üyelik müzakerelerinin başlamasını takip eden birkaç yıl içinde, Türkiye’de hükümetin genel olarak dini azınlıklar, özel olarak Ermeni azınlığın bazı sorunlarını giderme, geçmiş mağduriyetleri kısmen telafi etme adımları attı. Bu sınırlı adımların arasında en önemlisi, son 30-40 yılda devletin el koyduğu Müslüman olmayan cemaat vakıflarının gayrimenkul malvarlıklarının bir kısmının iadesine izin veren yasal değişikliklerin yapılmasıydı. Simgesel öneme sahip birkaç Ermeni dini anıtının restorasyonuna ve hizmete açılmasına izin verildi. Bunu bazı yerel yönetimlerin, özellikle Ermenilere ait kültür varlıklarının restorasyonunu desteklemeleri ilave oluyor. En önemlisi, Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra, “Ermeni soykırımı” tabirini kullananlar hakkında adli takibat yapılmasına, bu sorunla ilgili toplantı ve yayınların yasal olarak engellenmesine son verildi.


Asıl önemli gelişme ise, yukarıdan, devlet ve hükümet kanadından değil, sivil toplumdan gelen ve Ermenilerin ve başka azınlıkların maruz kaldıkları büyük katliamlarla yüzleşme girişimleri oluşturuyor. AB ile üyelik müzakerelerinin daha ufukta yer almadığı 1990’larda sınırlı sayıda tarihçi, aktivist ve sivil toplum girişiminin başlattığı Ermeni tabusunu yıkma girişimi,  AB üyelik müzakereleri çerçevesinde genişleyen temel hak ve özgürlükler alanının yarattığı ortamdan yararlanarak, on yıl içinde bu konunun tartışılması ve toplumsal farkındalık yaratma açısından çok büyük mesafe kat edilmesini sağladı. Ermeni sorunuyla ilgili ilk kapsamlı konferansın, engellemelere rağmen, 2005’de yapılabilmiş olması bir rastlantı değildi. 2009’dan beri 24 Nisan’da Türkiye’nin birkaç kent merkezinde kamusal alanda yapılan, maalesef sınırlı katılımlı kalan soykırımı anma toplantılarının polisin etkin koruması altında yapılması, bu tabunun etkisinin zayıflaması yönünde anlamlı bir gelişmeye işaret ediyor. 


2015’e doğru Türkiye’nin tavrı


Dikkatler şimdi bir buçuk yıldan az bir sürenin kaldığı 2015’de, ya da bunun öncesinde Türkiye devletinin alacağı tavra odaklanmış durumda. Bazı gelişmeler, Türkiye’de devletin 1915 tehcirinin dünyada ve Türkiye’de yapılacak yüzüncü yılı anmalarına karşı 1915 Çanakkale zaferini öne çıkaracak girişimlerde bulunmaya hazırlandığı izlenimi veriyor.


Diğer taraftan, 2015’in siyasal alanda da egemen tabunun kırılmasına yol açması, seçim takvimi dikkate alındığında zor görülüyor. Eğer seçim takvimlerinde bir değişiklik olmazsa, 2014 başında yapılacak yerel seçimler, 2014 yaz sonunda ilk kez cumhurbaşkanının halkoylamasıyla seçilecek olması ve 2015 yazında yapılacak milletvekili seçimleri, iktidar ve muhalefet partilerinin Ermeni sorununu en iyi ihtimalle “risk almadan” geçiştirmeleri, daha büyük ve kötü ihtimalle milliyetçi bir yarışma konusu olarak kullanmaları sonucunu doğurabilir. Her durumda, 2015 öncesi ve sırasında Türkiye’de Ermeni sorununda tabu kırıcı yeni girişimleri esas olarak sivil toplumdan beklemek daha gerçekçi olacak.


AB’nin önümüzdeki dönemde Ermeni sorununun çözülmesi konusunda yapabilecekleri, AB-Türkiye ilişkilerinde yaşanan göreli tıkanma ve Türkiye toplumunda AB üyeliği konusunda yaşanan heyecan kaybı nedeniyle, sınırlı kalmaya mahkûm. Resmi ve kurumsal planda 2015’in Türkiye’nin hem AB hem de birçok AB üyesi ülkeler ile ilişkilerinin gerileceği bir dönem olması ihtimali yüksek. Buna karşılık, Türkiye toplumunun demokratikleşmesinin Ermeni sorununda tabunun gerçekten kırılması açısından yeterli olmayan ama gerekli bir koşul olduğunu kabul ediyorsak, o zaman AB’nin elindeki üyelik müzakereleri gibi güçlü bir kaldıracı daha aktif ve yapıcı biçimde kullanması beklenir. Bu çerçevede, tam üyelik yerine Türkiye’ye önerilen diğer kısmi üyelik biçimlerinin ise, başka birçok konuda olduğu gibi, Ermeni sorunu açısından da haldeki durumda zaten sınırlı olan etkileme kapasitesini bütünüyle yitireceğini öngörebiliriz.


AB yerine Şanghay İşbirliği Örgütü’yle yakınlaşma


Türkiye dış politikasında açıkça kabul edilmese de, AB ile ilişkilerin sürüncemede kalmasına tepki ve buna bağlı alternatif açılım alanı olarak Şanghay İşbirliği Örgütü’nün öne çıkarılması dikkat çekicidir. Nisan 2011’de  Türkiye “diyalog ortağı” statüsü elde talebiyle bu örgüte başvurmuştu. 2012’de örgütün Pekin zirvesinde başvurunun kabul edilmesinin ardından, Nisan 2013’de Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne diyalog ortağı olduğunu teyit eden anlaşmayı imzaladı. Bunu Şanghay Beşlisi’ne ileride tam üyeliğin ilk adımı olarak görmek mümkün ama NATO üyesi bir Türkiye’nin, esas olarak bir güvenlik işbirliği örgütü olan başka bir askeri ağırlıklı örgüte tam üye olması pek mümkün değil.  Artık uzak bir tarih olan CENTO (Central Treaty Organization), NATO’nun bir uzantısı olarak tasarlandığı için Türkiye’nin ikili üyeliği o zaman sorun yaratmamıştı. Şanghay İşbirliği Örgütü böyle değil.


Türkiye’nin AB üyeliğinin alternatifi olduğu resmen kabul edilmemiş olsa da, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üyelik talebi ilk kez 2005’de Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Çin ziyaretinde dile getirildi ama o zaman Çin yönetimi tarafından sıcak karşılanmadı. Çin o dönemde Türkiye’nin AB üyeliğini güçlü biçimde destekliyordu. 2012’de diyalog ortaklığının kabulü esas olarak Rusya ve Kazakistan’ın çabalarıyla gerçekleşti. Türkiye’nin AB perspektifinin geçen zaman zarfında zayıflaması Çin’in karşı tavrını yumuşatmasında etkili oldu. Çünkü Türkiye’nin üyeliğine 2005’de sıcak bakmayan Çin yönetimi, bunun nedenini coğrafi nedenlerin yanında, Türkiye’nin AB üyeliği perspektifine dayandırıyordu. Ayaklarını iki ayrı yere basmanın sakıncalarını dile getiriyorlardı. Bu benzetme aslında sorunu doğru özetliyor. Çünkü esas olarak bir bölgesel güvenlik anlaşmasına dayanan Şanghay İşbirliği Örgütü üyelerinin hepsi otoriter bir kapitalizm modelini benimsemiş ülkeler. Dolayısıyla Türkiye’nin bu örgüte yakınlaşması demek otoriter kapitalizm modeline doğru evrilmesi demek. Bu yönelim AKP yönetiminin otoriter-muhafazakâr kalkınmacı zihniyet dünyasına çok aykırı değil ama Türkiye ekonomisinin gerçeğine ve Türkiye toplumunun sosyolojisine epey aykırı.


Ayrıca Türkiye’nin AB yörüngesinden iyice uzaklaşarak bir otoriter demokrasi ve devlet/parti merkezli kapitalizm yörüngesine yaklaşması Ermeni sorununun çözümüne katkı sağlamaktan ziyade, bu sorunun çok daha rahat hasıraltı edilmesini mümkün kılabilir. Ayrıca böyle bir yakınlaşma Ermenistan’la ilişkiler konusunu da bütünüyle Rusya’nın inisyatifine terk etmek anlamına gelecektir.


Türkiye dış politikasında “komşularla sıfır sorun” politikasının büyük ölçüde çöktüğü, Türkiye’nin bölgenin lideri olma iddiası ve buna bağlı girişimlerinin hızla değerini kaybettiği, bu politikaların çatırdadığı bir dönemdeyiz. Bölgeye nizam ve istikrar getirecek bir “yumuşak güç” olma iddiasındaki Türkiye, hızla, bölgedeki gelişmelerin kendi güvenliğini yakın olarak tehdit ettiği algısıyla hareket, savunmacı, reaktif bir politikaya savrulmuş durumda.  Önümüzdeki iki yıl, Ermeni sorununun dünya kamuoyunda güçlü biçimde tartışılacağı, soykırımın yaygın olarak anılacağı bir dönem olacak. Böyle bir ortamda Türkiye’nin Ermeni sorunu ile ilgili yaklaşımı da, olumlu çözüm yönünde proaktif olmak yerine,  çok daha savunmacı ve reaktif olma eğilimi gösterecektir. Bu eğilimi kısmen de olsa etkisiz kılacak gelişme, AB Konseyi’nin Türkiye’nin üyelik müzakerelerini spektaküler biçimde canlandıracak bir girişimde bulunması olabilir.